Kasvetli Ev ne anlatıyor? Sisle cilalanmış bir çürümenin anatomisi
İtirafla açayım: Kasvetli Ev (Charles Dickens’ın Bleak House’u) bugün hâlâ okurla kavga eden bir roman—ve ben bu kavganın gerekli olduğuna inanıyorum. Çünkü “Kasvetli Ev ne anlatıyor?” sorusunun cevabı, yalnızca bir miras davasının peşinde sürünen karakterlerin hikâyesi değil; sisin, kurumun ve kâğıdın altına saklanmış bir toplumsal çürüme. Londra’nın üstüne çöken o meşhur sis, mahkeme salonlarında ve vicdanlarda aynı yoğunlukta dolaşır. Dickens, Chancery Mahkemesi’ni devasa bir öğütücü gibi kurar: içine insanlar, idealler ve hayatlar girer; dışarı bulanık, parçalanmış artıklardan başka bir şey çıkmaz. Peki ya roman, bu güçlü toplumsal eleştiriyi taşırken kendi anlatısında nerede tökezler? Tartışalım.
Çekirdekteki dava: Jarndyce v. Jarndyce ve umutsuz bir bekleyiş ekonomisi
Romanın motoru, “Jarndyce v. Jarndyce” isimli bitmek bilmez miras davasıdır. Bu dava, insanların gençliğini, aşklarını ve aklını kemirir; hukukun, adaleti değil süreci ödüllendirdiği bir düzenin karikatürü gibidir. Dickens burada hedefi tam on ikiden vurur: dosyaların, vekâletlerin ve erteleme tutanaklarının arasında insan hayatının ucuzlayışını, okura nefes aldırmadan gösterir. “Kasvetli Ev ne anlatıyor?” diye soran her okura verilecek ilk yanıt budur: sistemin insanı öğüten ritmi. Ama şu kışkırtıcı soruyu sormadan geçmeyelim: Hâlâ aynı döngüde sürüklenen kurumlarımız yok mu? Davanın kendi kendini yiyip bitirmesi, günümüz bürokrasisinin rutubetli yüzünü de acımasızca aydınlatmıyor mu?
Anlatı tekniği: Parlak bir çift ses, tartışmalı bir denge
Dickens iki anlatı kanalı açar: Bir yanda üçüncü tekil şahsın alaycı, kameralı panoraması; diğer yanda Esther Summerson’ın birinci tekil, sakin ve ölçülü sesi. İlki toplumsal manzarayı kazır, ikincisi sıcaklık ve yakınlık katar. Bu ikili kurgu, romanı zenginleştirir; ama aynı anda ritmini bozar. Esther’ın sesi bazen fazla itaatkâr, fazla terbiye edilmiş gelir. Dickens’ın “melek gibi kadın” figürüne gösterdiği zayıflık burada belirir: Erkeklerin komik kusurlarla “insani” kılındığı bir dünyada, kadın kahramanın fazlaca cilalanması, karakter derinliğini törpüler.
Peki okur olarak, duygusal ağırlığın teknik kusurları affettirmesine ne kadar izin vermeliyiz? Dickens’ın bu ikili anlatısı, gerçekten modern bir roman cesareti mi; yoksa tematik yükü taşıyamayan bir dengesizlik mi?
Karakterler: Karikatür mü, keskin portre mi?
Dickens’ın portreleri unutulmazdır—evet. Ama bazen unutulmaz olmalarını sağlayan şey, neredeyse çizgi roman keskinliğinde abartılmalarıdır. Harold Skimpole’un “masum bencilliği”, Mrs. Jellyby’nin “teleskopik hayırseverliği”, Bay Tulkinghorn’un hukukî soğukluğu… Bunlar birer fikir heykeli gibi; canlıdırlar ama çoğu kez tek bir fikrin etrafında dönerler. Bu, satirik gücü artırır; fakat insanî çoğulluğu daraltır. “Kasvetli Ev ne anlatıyor?” sorusuna verilen ikinci yanıt şudur: fikirlerin insanları nasıl esir aldığı. Fakat soruyu tersinden sormayı deneyelim: İyi niyet, körlüğü meşrulaştırır mı? Yardımseverlik, görmesi gereken en yakını görmemeyi mazur kılar mı?
Tartışmalı noktalar: Bilim, etik, tempo
Dedektifliğin erken yankısı: Polisiye tohum, toplumsal gövde
Simgeler ve atmosfer: Sis, çamur, kâğıt—ve vicdan
“Kasvetli Ev ne anlatıyor?” diye sorulduğunda, cevabın bir parçası da maddelerdir: sis, çamur, kâğıt, kurum. Hepsi görünürlüğü azaltır, hareketi yavaşlatır, yüzleri maskeler. Dickens bu malzemeleri didaktik olmadan (ya da buna yaklaşarak) toplumsal alegoriye çevirir. Fakat bir noktadan sonra semboller, metni taşımak yerine tekrarı büyütür. Sis, romanın ilk yüz sayfasında büyüleyiciyken, son sayfalarda bir arka plan gürültüsüne dönüşür. Bu da şu soruyu doğurur: Güçlü bir metafor, doz aşımında kendi etkisini iptal etmez mi?
Bugüne bakan ayna: Güncel kalabilen öfke, eskimiş numaralar
Romanın öfkesi taze; bürokrasinin doğası pek değişmedi. Kâğıtların arasında kaybolan adalet, bugün de yabancısı olmadığımız bir hikâye. Ancak anlatı teknikleri, modern okurun sabrını zorlayabilir: uzun sapmalar, yan kolyeler, melodramik tesadüfler. Esther’ın “fazla iyi” halleri, bazı okurlara artık ikna edici gelmeyebilir. Buna rağmen, Dickens’ın sistem eleştirisi ve ahlâkî kör noktalara tuttuğu ışık, çok katmanlı bir güncellik taşır.
Sonuç: “Kasvetli Ev ne anlatıyor?” sorusunu yeniden sormak için cesur bir okuma
Eğer bu romanı “büyük klasiktir, öyleyse kusursuzdur” diyerek okumaya niyetliyseniz, yanılırsınız. Eğer “kusurludur, öyleyse değersizdir” diyorsanız, yine yanılırsınız. Kasvetli Ev, aynı anda hem dev bir başarı hem de ciddi bir açmazlar toplamı. Peki sizce Dickens’ın en etkili yumruğu hangisi: mahkemeyi yerle bir eden satiri mi, yoksa gizli kimlik dramının duygusal fırtınası mı? Ya da şu daha kışkırtıcı soru: Bugünün hukuk ve bürokrasi eleştirisini yazacak olsaydık, Dickens’ın sisine hâlâ ihtiyaç duyar mıydık—yoksa doğrudan neon ışıklarla miğferimizi takıp belge yığınlarının içine dalar mıydık?
Tartışmayı başlatıyorum
“Kasvetli Ev ne anlatıyor?” sorusuna sizin cevabınız ne? Krook’un tartışmalı sahnesi romanın şiirsel gerçekliğine hizmet ediyor mu, yoksa inandırıcılığı çökertecek kadar riskli mi? Esther’ın anlatıcılığı sizi içine çekti mi, yoksa steril mi buldunuz? Yorumlarda pozisyon alın; Dickens’ın sisini dağıtmanın tek yolu, onunla kavga etmekten geçiyor.